EŞ AYNASI


 

 
İnsan kendini tanımak istiyorsa eşine bakmalı, eşini tanımak istiyorsa kendine bakmalıdır. Eşinden sürekli şikayet eden kişi, farkındalığını artırmak istiyorsa önce o eşi seçen kendini tanımakla başlamalıdır işe. Eş kelimesinin anlamı yeterince anlaşılmadan eşlerimizi anlamamız pek mümkün desem yanlış olmaz..

“Her şeyi çift (erkek ve dişi) yarattık” (Zariyat, 49)

Canlı olan herşeyin bir çifti yani eşi var. Bitkilerin, hayvanların eşi olduğu gibi kavramların, duyguların, olayların, eşyaların ve hatta kelimelerin bile eril ve dişili vardır. Birbirinin devamı veya tamamlayıcısı olması, birbirinden doğan, birbirine dönüşen şeydir eş. Canlıda, eşyada veya kavramlarda aynılığı bozan ve onları bir çift yapan durum erillik ve dişilik zıtlığıdır. Tasavvufta Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi kabul edilen bu iki kavram, kuzey ve güney kutuplarının artı-eksi yükleri gibi evlilik atmosferinin manyetik alanı oluşturur.

Velhasıl eşler bizim hem aynımız hem de zıddımızdır.  Bu ‘ayni zıtlık’, aynadaki gibi bir  zıtlıktır ki, kendi yansımasına aşık eder Narkisos’u. İşte böyle ayni zıddıyla karşılaşınca kapıldığı çekime aşk adını vermiş insanoğlu. Estetik buradan doğar. İçinde zıddını barındıran aynılık, simetri denen büyülü bir güzellik algısı olarak beynimize mesajlar gönderir. Nesnel evrende olup biten her şey ruhun evreninde de bire bir aynı kanunla işler gibidir. Sanki fizik de metafiziğin eşidir. Fiziğin metafizikle nikâhı kıyılır kuantum köprüsünde. Mana/anlam ağacının madde/nesne gölündeki akisi, aksi yönde görünür. Belki de gerçeklik ve rüya arasındaki gibi bir ilişkidir bu. Belki de bu yüzden tersine çıktığına inanılır rüyaların...İ

Mana, maddenin erkeğidir ve onu döller Doğu'nun itikadına göre. Oysa Batıda somut, nesnel ve fiziki âlemdedir her şeyin erki. İlginç olan onların güzellik sembolü Afrodit gibi bir tanrıça iken bizim güzellik temsilimiz Hz Yusuf gibi bir erkek peygamberdir. Maddi güzellikler ve akıl bir tanrıçaya benzerken,  manevi güzellikler ve kalbin sultanı peygamberlerdir. C.G.Jung’un dediği gibi “modern zamanlar akıl adlı tanrıçaya teslim olmuştur.”

Dişi, bir toprak gibi yerin doğurganlığını, erkek ise bir bulut gibi göğün erkini taşır bağrında. İşte aşk ile ‘eş’inin çekimine kapılan her kişi bir anlamda zıddının çekimine kapılarak kendinde olmayanın peşine düşerken, bir yandan da kendinin bire bir aynısına vurulur. Yani suda yansıyan kendi suretine...  

Bu nedenle evliliğin temelinin taslağı bu yansımaya göre şekillenir. Ancak bu yansıma hep güzel ve güneşli günler içindir. Ne zaman sert rüzgârlar suyu bulandırsa, o güzel yansıma bozulmaya başlar. İşte o zaman yansımasına sevgiyle bakan gözler artık bulanık suda kendi içinin fırtınalarını eşinde görmeye başlar. Hele bir de ışık kaybolup hava kararınca yansıma iyice kaybolur. Suya yansıyan ağaçların karışık gölgelerini zihnin farklı şekillerde algılanması gibi bir yanılsamadır bu.  Çoğu kişi alaca karanlıkta gördüğü bu suretlerin kendi zihninin bir yansıması olduğunu sezebilecek kadar ‘iç görü’ sahibi değildir. İşte tam bu noktada ‘yansıtma’ denen psikolojik bir savunma mekanizması devreye girer. Karartılar birer cin gibi aile içinde kol gezen bir kara büyüye dönüşür. Kafka’nın; “sen ben de gizlersin yüzünü ben sen de, artık bizi kimse göremez olur” dediği gibi kimse bu kör dövüşünü çözemez olur.

Evlilik birlikteliğinin kurulmasında ‘yansıma’  ne kadar etkinse, çatışmalarında da ‘yansıtma’ denen savunma mekanizması o kadar etkindir. Adeta birlikte inşa ettikleri bir binayı yıkmaya çalışan mimar ve mühendis gibi, bu ortak ürünlerinin bütün aksayan yönlerini karşı tarafa fatura etmeye başlar bazen eşler.

“Onlar sizin elbiseniz, siz de onların elbisesisiniz” (Bakara, 187)

Bir evliliğin bitmekte olduğunun en güçlü kanıtı, ayette geçen mahrem elbisenin yırtılmasıdır. Sosyal çevreye verilen her olumsuz mesaj ayrılma kararına dış dünyanın hazırlanmasıdır bilinçdışı olarak. Zira sosyal bir canlı olan evlilik başkaları şahit tutularak yapılan bir akittir. Nikâhın şartlarından biri olan ilan etme, artık tersten işleyerek nikâhın selası haline getirilir. Çoğu insan farkında olmadan, yani bilinçdışı olarak eşini başkalarına kötülerken sosyal hayatta giyeceği bir mağdur kıyafeti aradığının farkında değildir. İçine düştüğü başarısızlığın verdiği utancı bu elbiseyle örtmek içindir bütün çabası. Bilinçaltının mahzenlerinde alınan yıkım kararını bilmeden işleme koyan eş, evlilik binasının diğer mimarını suçlamaya başlar. Ancak o binanın mühendisinin kendi olduğunu unutarak kötülediği evlilik binasının kendi eseri olduğunu gözden kaçırır.

Böyle bir davranışın altında genelde evlenirken kendi sorumluluğunu yeterince alamamış bir kişilik yatar. Zira evlenirken kendi sorumluluğunu almayanlar boşanırken hiç alamaz. Karşı tarafa atf-ı cürümler yaparak, adeta işgal ettiği şehirleri yakarak kaçan düşman gibi taş taş üstünde koymama gayretine girer. Oysa o yıkıntılar altında varsa çocuklarının kalacağını hesaba katamaz. Çünkü içindeki derin öfkeyi karşı tarafa atarak sahte ve ac il bir rahatlamaya ihtiyacı vardır.

Demem o ki eşiyle kavga eden aslında kendiyle kavga eder. İşte bu nedenle yenişemez eşler birbiriyle. Zira insanın yenemeyeceği en güçlü rakibi kendisinden başkası değildir. İnsanın eşiyle kavgası kendi yansımasıyla kavgası olduğundan bu durum psikiyatrik bir hastanın içsel çatışmaları gibidir. Çünkü evlilik de bir çeşit bünyedir. Yunus’un “bir ben vardır ben de benden içeri’ dediği gibi bir bünye içindeki bu ikilik ‘ben’ ile ‘benden içeri benin’ kavgasıdır. Bu yarılma öyle derin bir çatışma doğurur ki adeta şizofrenik bir bünyeye döner o ev.   Oysa eşimiz bizdir, biz ise eşimiz... Ev denen bu iki kutuplu bu evrenin kıyametinin kopmaması için eşlerin gaflet mezarından farkındalık kıyamına kalkmaları gerekir.

Yorumlar

Popüler Yayınlar